2 Mayıs 2021 Pazar

24 Haziran 2018 seçimlerinin cevaplaması beklenen sorularını analiz ettiğimiz bu yazıyı 24 Haziran seçimlerinden hemen önce kaleme almıştık. 24 Haziran seçimlerinin verdiği cevap, tarafları tatmin etmediği için arayışlar devam etti. Önümüzdeki seçimlerde bu soruya tekrar cevap aranacağı beklenen bir gelişme olmakla birlikte süreç erken başladı. Geçen hafta içinde Erdoğan karşıtı blokun lideri ve ana muhalefetin kurumsal temsilcisi CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Millet ittifakının adayı olarak cumhurbaşkanı



adayı olabileceğini çekingen bir üslup ile ima etti. Ana muhalefet liderinin Cumhurbaşkanı adaylığı doğal, beklenen bir şey olmasına rağmen çekingen üslup anlaşılır değildir. Yine de bu açıklama ile 2018 seçimlerinde cevabı verilmeyen, cevabı beğenilmeyen soruların yeniden gündeme geleceğini öngörebiliyoruz.

İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in Kemal Kılıçdaroğlu’nun açıklamasına cevabı mutlaka olacaktı ve bu cevap gelmeden yazımız tamam olmayacaktı, bekledik. Hafta içinde İYİ Parti Genel Başkanından beklenen açıklama geldi. Açıklamadan İYİ Partinin CHP ile ilişkisini sürdürmeye istekli olduğunu ancak CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanlığı adaylığına ise sıcak bakılmadığını öğrendik. Meral Akşener, bu açıklaması ile önümüzdeki süreçte aktif rol alacağını şüphemiz yoktur.

Bulmacada eksik parça böylece tamamlanmış oldu. 20 Haziran 2018 tarihli yazımızda;

‘Kapatma davaları, Ergenekon, Ayışığı Balyoz gibi adlarla kodlanan darbeleri, Cumhuriyet Mitingleri, Gezi Olayları ve son olarak 15 Temmuz hain FETÖ Kalkışması gibi büyük badireler atlatmasına rağmen Ak Parti, Recep Tayyip Erdoğan’ın liderliğinde Türkiye’ye bir iktidar sorunu yaşatmadı.  Türkiye, aksine paradoksal olarak muhalefet sorunu yaşadı. 24 Haziranda ‘Türkiye muhalefetinin kurumsal liderliği/temsili kim tarafından yapılmalı?’ sorusuna cevap aradık.’ demiştik.

Seçimlerin verdiği cevap tatmin etmemiş olacak ki arayışlar devam ediyor. Muhalefet sorunu, 24 Haziran 2018 Seçimlerinin çözemediği bir sorun olarak önümüzdeki günlerin gündemi olacak.  

Türkiye’nin ana muhalefeti olarak görevlendirilmiş olan CHP’nin, ana aksından koparak mezhepçi, etnik kimliği önceleyen yapıların kontrolüne girmesi ile ana muhalefet rolünü ifa edemeyeceğini değerlendiren ‘Müesses Nizam, Global Monarşi,  Üst Akıl’  İYİ Parti liderini ‘demir leydi’ imajını da parlatarak ana muhalefet liderliği için hazırlıyor. Ancak bu rol,  seçmen nezdinde kabul görmüyor ve bu kabul görmeyiş Global Monarşiyi kızdırıyor. Meral Akşener ve İYİ Parti seçim sürecinde beklenen heyecanı üretemediği için, Kemal Kılıçdaroğlu ve CHP ise beyaz türk, seküler kürt, bürokratik devlet sentezini taşıyamadığı için   ‘Müesses Nizam, Global Monarşi, Üst Akıl’ kızgın, çaresiz ve oyun arayışında.

Bu arayışlara rağmen Erdoğan karşıtlığında konsolide olan muhalefet, liderlik çatışmasını bir seçim dönemi daha erteleyecek gibi gözüküyor. HDP’nin muhalefet bloğuna entegrasyon sorununun bu ertelemede ana faktör olduğunu da ayrıca vurgulamak gerek.

Türkiye’de seçimler, sadece ülkeyi kim yönetecek sorusuna cevap veren bir yöntemden ibaret değildir. Son yıllardaki tüm seçimlerimiz Muesses Nizam, Global Monarşi, Üst Akıl olarak adlandırılan fluu güçler/yapılar ile milli güçler/yapılar arasında olmaktadır. Bir araya gelmesi mümkün olmayan yapılar, 24 Haziran 2018’e giden süreçte Recep Tayyip Erdoğan karşıtlığında birleştirilmişti. Bu birleştirme stratejisi önümüzdeki günlerde daha komplike olacak ve yeni unsurlarla takviye edilerek devam edecek.

Evet; yazdıklarımız komplo dili gibi gözükse de o kadar gerçek ki…

Rahmetli Erbakan Hocamdan öğrendiğimiz O’na da cennet mekan Abdulhamid Han’dan tevarüs eden bir düşünme sistematiği var. Cennet mekan Abdulhamid Han, karar vermede tereddüt yaşadığında, Muesses Nizamın kararını test eder, tam zıddını yaparmış.

Millet de aynısı yapıyor zaten…

Peki, Global Monarşiyi bu kadar kızdıracak ne yaptık?

Global Monarşinin şımarık evladına ‘one minute!’ derseniz,

BM Genel Kurulunda ‘Dünya Beşten Büyüktür.’ diyerek küresel sisteme meydan okursanız,

Yalnızca Türkiye’nin değil, yalnızca Müslüman halkların değil, tüm mazlum milletlerin umudu haline gelmişseniz,

Kızarlar…

Topkapı Sarayı'nın girişindeki levha aslında bu kızgınlığın, korkunun kökenini  ifşa ediyor; ‘Yâ Valiyete Külli Mazlûm. Tüm mazlumların sığınağı’

Son söz yerine;

Aralarındaki örgütsel farklılığa, ideolojik çatışmaya rağmen Erdoğan karşıtlığında birleştirilen, organize edilen, koordine edilen kadroların analizi yapılmadı. Oluşturulan bu gri koalisyona ve koalisyonun stratejisini belirleyen akla ve kurguya dair güçlü bir sorgulama olmadı.

Bu analize ve sorgulamaya o kadar muhtacız ki…

7 Mart 2021 Pazar

 

AHTAPOTUN SON KOLU: 

BİLİM SINAVLARI

2016’dan itibaren Akademik Klanların üniversitenin bilim üretme kapasitesinin sınırlayan, akademik itibarı katleden ve gençliği mobilize ederek toplumsal istikrarı tehdit eden bir yapı olarak gördüğümüzü defaatle ifade ettik. 2018’de Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan, en üst seviyede ve en sert biçimde ‘Bunların varoluş gayesi  akademik tekamül değil, akademik klanların tetikçiliği yapmaktır.’ Meydan okuması ile ifade etti. Kasım ayından itibaren de hareketlenmeye başlayan Klanlarla ilgili dikkat çekmelerimiz oldu. Nihayetinde Akademik Klan, verilen talimat gereği Boğaziçi Üniversitesi’ne rektör atamasını bahane ederek Ocak ayında harekete geçti. Ancak karşı refleksin etkililiği sayesinde Klanın Boğaziçi Üniversitesi merkezli hareketlenmesi lokal kaldı, başarısız oldu.

Bugünkü yazım, Klana güç veren bir diğer araç, ahtapotun son kolu Lisansüstü Eğitim ile Araştırma Görevliliği alımlarındaki sözde BİLİM SINAVLARINA dair olacak.

Rektör atama sisteminin değişmesi ile güç devşirdikleri en önemli silahı kaybeden Klan, Doçentlik Sözlü Sınavının kaldırılması ile büyük bir darbe daha aldılar. Gerçi aralarında Necmettin Erbakan Üniversitesi ile Konya Teknik Üniversitesinin de olduğu 18 üniversitede hala Doçentlik Sözlü Sınavı devam etse de Doçentlik Sözlü Sınavının Klana güç transfer etme potansiyeli kalmamıştır. Bununla birlikte, Cumhurbaşkanımızın ve TBMM’nin açık iradesine rağmen 80’e yakın üniversitede ‘Doçentlik Sözlü Sınavı Devam Etmeli’ diplomasisi bile, Akademik Klanın maniplasyon kapasitesine dair fikir vermesi için yeterlidir.    

Akademik Klanın gücüne dair bugünlerde yaşanmış Boğaziçi Üniversitesi dahil Türkiye’min her üniversitesinde her an, anbean yaşanmakta olan bir anekdotla dikkatinizi çekmek istiyorum. Bu anekdot gerçektir, Sizler de herhangi bir üniversitenin Yüksek Lisans ve Araştırma Görevlisi Bilim Sınavı sonuçlarına baktığınızda benzerini belki daha da rijitini göreceksiniz.

Bir üniversitemizin bir Ana Bilim Dalında Tezsiz Yüksek Lisans Programı için 100’ün üzerinde Kontenjan istenir, kontenjan verilir ve Tezsiz Programa başvuran herkes kabul edilir.  Aynı Ana Bilim Dalında ‘öğretim üyesi sayısı yetersiz olduğu’ gerekçesi ile Ana Bilim Dalı Tezli Programa çok az sayıda 5-10 gibi bir kontenjan ister. Üniversite yönetiminin baskısı ile Ana Bilim Dalının planladığının 2 katına yakın kontenjan çıkar. Fazlası ile başvuru olur. Ana Bilim Dalı, Bilim Sınavını yapar. Buraya kadar her şey normaldir, sorun yoktur. Bilim Sınavı sonuçları açıklandığında Klanın kontrolündeki Ana Bilim Dalı operasyonunu tamamlamıştır. Kontenjanın yarısı ‘Başarılı’ sayılarak Programa kabul edilir, kalan kontenjan üniversite yönetiminin baskısına rağmen boş kalır.  Diyeceksiniz ki, Bilim Sınavında Başarısız olmuştur. Ama öyle değil, devam edelim.

Bilim Sınavında Başarılı sayılmak için 50 Puan üstü almak gerekir.

50 Puan altı verilerek başarısız sayılan öğrencilerin 1/3’ü 80 üstü Diploma notuna,

3/4’ü 75 üstü Diploma notuna,

Bilim Sınavında 50 Puan altı verilerek Başarısız sayılan öğrencilerin 2/3’ü 70 Puan üstü ALES’e sahiptir.

Ve Başarısız sayılan öğrencilerin 1/5’i de bu üniversitenin mezun ettiği lisans öğrencisidir.

Şimdi Soruyorum;

Tezsiz Programa başvuran herkesi kabul ederken, Tezli Programda ALES ve Diploma Puanı ölçeğinde ‘Başarılı’ öğrencileri Bilim Sınavında ‘Başarısız’ kabul etmenin çelişkisini vicdanınızda ve Bilim İnsanı kimliğinde nasıl normalleştiriyorsunuz?

Lisansta 80-90 verirken mi hatalı ölçme yaptınız? Yoksa Yüksek Lisans Bilim Sınavında 30-40 verirken mi hatalı ölçme yaptınız?

Sorun, ölçme hatası sorunu mu, yoksa akademik ahlak sorunu mu?

İşte Klan derken tam bunu kastediyoruz. Üniversite yönetiminin baskısı ile kontenjanı arttırmak zorunda kalan Ana Bilim Dalı, Bilim Sınavını maniple ederek kontenjanın yarıdan fazlasını kullanmamış, istediği adamı almış, istemediği adamı almamıştır. Bunu yaparken de 80 Diploma puanı ile mezun ettiği öğrencisine, Bilim Sınavında 50’nin  altında puan vererek Bilim  İnsanı kimliğini hiçe saymış, akademik itibarı katletmiştir.

Yüksek Lisans Bilim Sınavında bunu yapan Araştırma Görevlisi sınavlarında neler yapmaz!...

Lisansüstü eğitime giriş sisteminin merkezileşmesi ile sorun çözülebilir. Geçiş dönemi için de Klana maniplasyon alanı açan sözde BİLİM SINAVI kaldırılmalıdır. ALES ve Diploma puanı yeterli ve güvenli bir ölçme yapmaktadır. Lisansüstü Eğitim ile Araştırma Görevliliğine girişin merkezi yerleştirme ile yapılması için ÖSYM’nin kurumsal altyapısı değerlendirilebilir. Milyona yakın lisans öğrencisinin yerleştirmesini yapan ÖSYM 100 Bin civarında Yüksek Lisans öğrencisinin de yerleştirmesini yapabilir, ÖSYM bu kurumsal kapasiteye sahiptir.

 KENDİ YÖNETİCİSİNİ YETİŞTİREMEYEN ÜNİVERSİTE, ÜNİVERSİTE MİDİR!

 2547 sayılı Kanunun Türkiye'nin Yükseköğretim sistemini yönetme kapasitesinin olmadığını ve topyekün yeniden yazma muhtaç olduğunu defaatle ifade ettik. Yine ‘Akademik Lider’ olması gereken rektörün akademik alanda yetkilerini ancak Akademik Klanlarla uzlaşması halinde kullanabildiğini de ifade ettik.

Bununla birlikte 2547 sayılı Kanunun kurduğu sistemde Rektör, akademik faaliyetler dışındaki yönetim erki üzerinde layusel, denetlenemez, mutlak yetkiye sahiptir. Rektörün akademik alanda yetkilerinin, Akademik Klanlarının insafına terkedilmesini ne kadar yanlış buluyorsak, idari alandaki yetkilerinin layuselliğini ve mutlaklığını da o ölçüde yanlış buluyoruz. Bir Araştırma Görevlisini dahi alırken ilgili Ana Bilim Dalının, Bölümün ve Fakültenin onayını almak zorunda olan Rektörün, üniversite idari yapısının en üst yöneticisi olan Genel Sekreteri, Üniversitenin tüm idari faaliyetlerini yürüten,  Daire Başkanını, Fakülte ve Yüksekokulların tüm idari işlerinden sorumlu en üst idari yönetici Fakülte ve Yüksekokul Sekreterini hiçbir makamın önerisine ihtiyaç duymadan, hiçbir seçme ve yetiştirme işlemine tabi tutmadan atayabilmesini doğru bulmuyoruz.

Rektörün idari işlemlere aşırı görünür olması ve hiyerarşik amir konumu, Rektörün, Genel Sekreterin görev alanına yoğunlaşmasına neden olmakta, bunun sonucu olarak Genel Sekreter, özgüven parçalanması ve rol çatışması yaşamakta, sonrasında da kendi görev alanını Özel Kalem Müdürü görev alanında tanımlamaktadır. Aynı patoloji Fakültelerde Dekan-Fakülte Sekreteri görev tanımı ilişkilerinde de yaşanmaktadır.

Bu paradoks, Rektörü, Dekanı asıl sorumlu olduğu alandan, akademik alandan uzaklaşması sonucunu üretmektedir ki bu;

Üniversitelerimizi bilim üreten eğitim yuvaları olmaktan çıkarmakta, bürokratik süreçlerin hakim olduğu, hiyerarşik yetkilerin esas olduğu bir Kamu Kurumuna dönüştürmektedir.

Pamukkale Üniversitesi örneğindeki gibi Rektörün, Enstitü Sekreteri olarak eşini atamak istemesi ardından yaşanan tartışmaların akademik itibara yaptığı tahribatı ta dikkate aldığımızda artık insiyatif almanın vakti gelmiştir.

Kamuya yönetici seçme ve yetiştirme boyutunda rol modellik yapması, liyakatı tesis eden araçlar geliştirmesi beklenen üniversitelerin yöneticilerini başka kurumlardan devşiriyor olması kabul edilir bir durum değildir.

Rektörün, Daire Başkanı ve üstü yöneticileri seçme hakkı olmakla birlikte bu yetki çok sınırlı kullanılmalıdır. Ve asla Daire Başkanı altı yönetim kademelerinde kullanılmamalıdır. Ne yazık ki üniversitelerimiz çok daha alt düzeyde Fakülte Sekreteri, Şube Müdürü düzeyinde dahi yöneticilerini diğer kurumlardan devşirme yöntemi ile seçmektedir ki; binlerle ifade edilen idari personele sahip olan üniversite, kendi yöneticisini yetiştirememiş ise söylenecek söz yoktur.  

İdari personelin aidiyetini örseleyen bu yöntemin sürdürülebilirliği yoktur.

 

Okul Müdürünün, İlçe Milli Eğitim Müdürünün, Müdür Yardımcısının öğretmen olması esas iken,

Kuran Kursu Müdürünün, Müftünün, Müftü Yardımcısının Din Görevlisi olması esas iken,

Vergi Dairesi Müdürünün, Saymanın Maliye meslek mensubu olması esas iken,

Karakol Amirinin Polislik mesleğine mensup olması esas iken,

Aksi düşünülemez iken…

Herhangi bir kurumda çalışan bir memur, üniversitede yönetici olabilmektedir.

Kendi personelini geliştiremeyen, kendi yöneticisini yetiştiremeyen bir üniversiteye üniversite denebilir mi!...

Ama artık on yıllardır süren bu düzen değişmeli diyoruz. Fakülte, Yüksekokul Sekreterleri ile Şube Müdürlerinin üniversite içi personel havuzundan seçme, yetiştirme sürecine tabi tutularak atanması gerektiğini 2018’den beri ifade ediyoruz. Kurum İdari Kurullarında talebimizi en üst seviyede kayda geçiriyoruz. Basın açıklamaları ile amme vicdanını harekete geçirmeye çalışıyoruz ve idari yargı mekanizmasını da artık daha etkin kullanacağımızı deklare ediyoruz.

Bu hassasiyetimizle ilgili toplumsal konsensüs oluşmuştur, haklılığımız amme vicdanında tescil edilmiştir ve çözüm de o kadar basit ki;

Görevde Yükselme Yönetmeliğinin istisnalarından olan Fakülte ve Yüksekokul Sekreterlerinin atama işlemlerinin Görevde Yükselme Yönetmeliği kapsamına alınması ile her düzeydeki üniversite yöneticilerinin atanmasında belli bir süre ‘3 yıl makul gibi’ üniversitelerde görev yapma şartının getirilmesi sorunu çözülecektir.

Üniversitelerde derinleşen sorunların arka planında sendikal örgütlenme sorunu vardır. Üniversiteler akademik personeli ile idari personeli ile sendikal örgütlenmenin en düşük olduğu kamu kesimidir. Bu düşük örgütlenme oranı da ortak aklın, ortak iradenin ve hak mücadele kültürünün gelişmesine engel olmaktadır.

Üniversitelerimizi yeniden kodlayacak bir sürece giriyoruz. Sorunların nesnesi olmak ta, çözümün aktörü olmak ta sizin tercihiniz...

On yıllardır devam eden bu sistemin değersiz, edilgen bir nesnesi olmaya devam mı edeceksiniz?

‘Bir olup, örgütlenip bu büyük değişimin aktörü mü olacaksınız?

Karar Sizin…

 

6 Haziran 2020 Cumartesi

EKONOMİK KRİZ YAPISAL REFORMLAR İÇİN FIRSATTIR!


“Krizi fırsata çevirebiliriz”

Ekonomik savaşın bir fırsat olarak değerlendirilip eğitim ve teknolojide yapısal reformları hayata geçirebiliriz.
A+A-
Ekonomik savaşın bir fırsat olarak değerlendirilip eğitim ve teknolojide yapısal reformların hayata geçirebiliriz. Bu kriz vesilesi ile oluşan milli birlik ve beraberlik atmosferinde yapısal ekonomik reformları yapabiliriz. İleri teknoloji şirketlerinin Ar-Ge’si, laboratuarı gibi çalışacak bir yükseköğretim stratejisi hayata geçirmeliyiz.
Cumhurbaşkanı’mızın Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yaptığı ‘Dünya Beş’ten Büyüktür’ deklarasyonundan beri Türkiye’nin bir dizi saldırı ile karşı karşıyayız. Trump’ın twitter üzerinden yaptığı ‘Türkiye ile ilişkilerimiz iyi durumda değil’ açıklaması ile malumu ilan etti. Türkiye’nin ‘Dünya Beş’ten büyüktür’ meydan okumasındaki mesajı alan müesses nizam, mazlum milletlerin umut ışığı haline gelen Türkiye’ye operasyon üstüne operasyon yapmaktadır.
“YÜKSEKÖĞRETİM REFORMU KAÇINILMAZDIR”
Sorun politik olsa da yaşanan kriz ekonominin kronik yapısal sorunlarının çözümünde bir fırsat olarak değerlendirilebiliriz.Toplumsal konsensüs mevcuttur. Bu kriz vesilesi oluşan milli birlik ve beraberlik atmosferinde yıllardır yapamadığımız yapısal ekonomik reformları yapabiliriz. Özel sektör yatırımlarını, inşaattan yüksek teknolojik ürünlere kaydırabiliriz. Dövize bağımlılığı azaltacak bir yatırım ve tüketim stratejisini hayata geçirebiliriz.  İhracat içinde yüzde 3’lerden yüzde 5’lere ancak yükseltebildiğimiz ileri teknoloji ürünlerinin payını acilen arttırmamız lazım. İthalat içinde en büyük paya sahip olan enerji, cep telefonu, bilgisayar, yazılım vs. alanlarda dışa bağımlılığı azaltmamız lazım. Bunun içinde nükleer enerji de dahil olmak üzere her seçenek masada olmalı, Milli Enerji seferberliği başlatmalıyız.  Üniversitelerimiz başta olmak üzere Yüksek Teknoloji üreten TUBİTAK, TAİ, ASELSAN gibi kuruluşlarımızın sayısını arttırmalıyız. İleri teknoloji şirketlerinin Ar-Ge’si, laboratuarı gibi çalışacak bir yükseköğretim stratejisi hayata geçirilmelidir. Bunun içinde kapsamlı bir Yükseköğretim reformu kaçınılmazdır.
“İHANET DÜZEYİNDE BİR GAFLET”
Yükseköğretim sisteminin bilgi ihracına ve ekonominin paradoksal olarak bilgiye dayalı yüksek teknoloji ürünlerinin ithalatına dayalıdır.Makale adı verilen akademik bilginin hazırlanması ve bu bilginin patente, nihai ticari ürüne dönüştürülmesini desteklemeyen Yükseköğretim sistemimiz yurtdışı yayına dönüştürülmesini yüzlerce dolar vererek niçin destekler? Akademik yükseltmelerde yayın neden başat faktördür. Bilginin üretimi ve patente dönüştürülüp ticarileşmesine hiçbir destek vermeyen Yükseköğretim sistemimiz bilginin yayılmasına ve bildiri olarak tüm katılımcıların Türk Akademisyenlerden oluştuğu Uluslararası Sempozyumlar aracılığı ile yaban ellere transferine neden destek olur. İhanet düzeyinde bir gaflet...

20 Mayıs 2020 Çarşamba

DEVLETE DERS VERMEK İSTEYENLER TARİHTEN DERS ALAMAMIŞLARDIR

Güncele dair yazı yazmama kararımı geçen hafta içinde bir grup dost ile yaptığımız tarih sohbetinin ardından bir istisna olabilir mi derken, Genel çerçevesini yapılandırdığım şu satırları Cuma günü Yeni Zellanda’da bir camide Cuma namazı kılan Müslümanlara yönelik katliamı yapan siyonizm kontrollü Neo-Con örgütlerin taşeronu faşist teröristin kullandığı silahtaki semboller üzerine yayınlamaya karar verdim.
Murat Bardakçı Habertürk’te yeralan yazısında bu semboller üzerine detaylı bir analiz yaptı. Özetle;
‘Tarih bilen caninin nefret listesi;
Yeni Zelanda’da şimdilik 49 kişinin hayatına mâlolan katliamın sorumlusu Brenton Tarrant, Müslümanlar’ın canını almakta kullandığı silâhların ve bu silâhların şarjörlerinin üzerine bazı isimler yazmış. Biz, bu isimler arasında sadece 1389’daki Kosova Savaşı’ndan hemen sonra Birinci Murad’ın hançerleyerek öldüren ve Sırplar’ın asırlardan buyana “kahraman” olarak gördükleri Miloş Obiliç’in ismini farkettik. Ama silâhların ve şarjörlerin üzerindeki diğer yazılara bakıldığında, Tarrant’ın tarih boyunca Müslümanlar’a ve özellikle de Türkler’e karşı mücadele etmiş olan daha birçok kişinin adlarını yazdığı, 1683’te Viyana önlerinde uğradığımız bozgundan da bahsettiği, yani katliamın sorumlusunun “tarih bilen bir cani” olduğunu gösteriyor. Cani bu isimleri yazarken alfabeye de özen göstermiş, meselâ Ruslar’ı ve Sırplar’ı Kril, Gürcüler’i Gürcü, Ermeniler’i de Ermeni alfabesi ile yazmış…’
Yazının tamamı için https://www.haberturk.com/yazarlar/murat-bardakci/2404399-tarih-bilen-caninin-nefret-listesi
Geçen hafta içinde dostlarla yaptığımız sohbetin konusu 1683 Viyana Kuşatması sırasında yaşananlar idi.
1683’te o güne kadar Devleti Ali Osmani’nin çıkarabildiği en büyük orduyu hazırlayan Sadrazam Merzifonlu Mustafa Paşa Viyana’yı kuşattığında şehri hırpalamamak için kendiliğinden teslim olmasını bekledi. Ordunun gerisinin emniyetini sağlama görevi verilen Kırım Hanı Murat Giray Han, bir taraftan ordunun geri emniyetini sağlarken bir taraftanda Avrupa içlerine akınlar düzenleyerek oldukça yüklü ganimet elde etmişti. Bir süre sonra Kırım Akıncılarının elde ettiği ganimet öyle bir büyüklüğe ulaşmıştı ki Kırım Akıncıları ganimetleri Kırım’a nasıl göndereceklerini düşünmeye ve tabi ki görev bölgesini terketmeye başlamıştı. Kuşatmanın daha 2 ayında Kırım Ordusunun yarısı elde ettiği ganimeti Kırıma ulaştırmak için Kırıma dönmüştü bile. Kalan Murat Giray komutasındaki Hanlık Ordusu, Osmanlı Ordusunun geri emniyetini sağlamaya yeterli iken kendisini azarlayan, küçümseyen Kibirli gördükleri Osmanlı paşalarına ve Merzifonluya bir ders vermek için Leh Ordusunun Tuna’yı geçmesine izin verdi. Leh Ordusunun geldiğini gören Budin Beylerbeyi de Sadrazam Merzifonlu Mustafa Paşa ve Osmanlı paşalarına bir ders vermek için komutası altındaki sağ cenahı alarak Budin’e çekildi. Kalan Osmanlı Merkez Ordusu herşeye rağmen hala hem Leh Ordusunu yenebilecek hem de Viyana’yı alabilecek güçte idi. Ancak Sadrazam Merzifonlu Mustafa Paşa etrafındaki tavizkar paşaların yönlendirmesi ile orduyu Belgrat’a çekti. Nasılsa ilkbaharda takviye edeceği güçlerle Viyana’yı tekrar kuşatıp, alacaktı. Ancak yaşanan travma o kadar derin oldu ki; Devlet Merzifonlu’yu idam etmek zorunda kaldı. Moral bulan Avrupa kendi içindeki iç savaşa son vererek 4 Cephede birden 16 yıl sürecek Devleti Ali Osmani’yi yıpratma savaşlarını başlattı. Rusya Kırım’ı işgal etti, Nazlı Budin’i kaybettik. İkibuçuk asır süren ricatı 1922’de Sakarya önlerinde ancak durdurulabildik.
Ahir kelam;
Devlete ders verilmez. Tarih ders verir.
Kırım Hanı Murat Giray Han, Budin Beylerbeyi İbrahim Paşa Devlete ders vermeye kalktı. Sonunda bedeli hepimiz ödedik.

17 Mayıs 2020 Pazar

LOZAN, BİR TERCİH Mİ, MECBURİYET Mİ?

LOZAN, BİR TERCİH Mİ, MECBURİYET Mİ?

Bir devletin süper güç iddiasında bulunabilmesi için;
Üstün vasıflarla donatılmış ve sayısal anlamda yüzmilyonlarla ifade edilen insan kaynağına,
Büyük bir ekonomiyi çevirebilecek enerji kaynaklarına,
Bu insan kaynağını doyurabilecek tarımsal üretim kapasitesine,
sahip olması gerekir.

Bir süper güç imparatorluktan, bölgesel bir güç ulus devlete indirgendiğimiz 20. yüzyılın ilk çeyreği küresel sömürge sistemini tehdit edemeyecek kadar zayıf, Sovyet Rusya’yı dengeleyecek kadar güçlü bir Türkiye’nin kurgulandığı yıllar oldu. Kurgu, sahip olduğu imparatorluk yönetim tecrübesi ve mazlum milletler üzerindeki meşruiyet potansiyeli nedeni ile bu ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bir daha süper güç iddiasında bulunamaması, bölgesinde istikrar adası bir güç olması üzerinden planlandı.

Birinci Dünya savaşının son muharebesi Kurtuluş Savaşı sonrasında, 1922-1924 yılları boyunca sürdürülen Lozan görüşmeleri, Osmanlı bakiyesi üzerinde inşa edilen yeni ulus devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kontrol sistemlerinin kurgulanması projesidir.

Lozan’ın çizdiği sınırlar Anadolu coğrafyasına hapsolmuş dört tarafı düşmanla çevrilmiş sınırlı bir insan kaynağını hedefliyordu. Kendisinin öncülü iki imparatorluğun –Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları- doğal hinterlandı insan kaynaklarına ulaştıracak olan iki alana, Orta Asya Türk coğrafyası ile Ortadoğu İslam coğrafyasına ulaşmasının engellenmesi için kompleks, çoğu zamanda birbiri ile çelişen politikalar uygulanmıştır. Orta Asya Türk dünyası ile ilgilenen herkes Enverist-Türkçü suçlaması ile tasfiye edilirken, İran ve Ermenistan bariyer tampon güç olarak araya monte edilmiş, Sovyet demir perdesi ile engeller perçinlenmiştir. Ortadoğu İslam coğrafyasına ulaşma potansiyeli ise Türkiye cephesinde laiklik prensibinin dünyada örneği olmayan bir uygulaması ile İslam’ı tüm sosyal yaşamdan dışlamak süretiyle ‘Türkler artık İslam değil’ algısı üretilmiş ve üretilen bu algı ile din üzerinden yüzyıllarda oluşan zemin yok edilmiştir. Eşzamanlı olarak Arap bölgesinde de Türk düşmanı bir formda üretilen Arap milliyetçiliği ile yeni Türk ulus devletinin İslam coğrafyasına ulaşma, etkileşimde bulunması engellenmiştir.

Yeni Türk ulus devleti, Orta Asya Türklüğü ile ilgilenen entellektüelleri Türkçü olarak suçlayıp yargılamakta iken, aynı devletin Arap-İslam coğrafyasına yönelik Seküler-Türkçü söylemi dikkat çekicidir. 

Osmanlı yönetim sisteminde sembolik bir değeri olan hilafet kurumunun Lozan’da uzun tartışmalara konu olmasını da aynı çerçevede değerlendirmek gerekir. Lozan’ın hilafetin kaldırılmasından hemen sonra imzalanması ilginçtir. Bu tercihte belirleyici olan salt bir yönetim sistemi tercihi değildir, hilafetin İslam coğrafyasında etkili birleştirici bir araç olma potansiyelidir.

Türkiye’nin sınırları çizilirken bir süper güç olma iddiasında bulunamaması için enerji kaynaklarından da uzak tutulması gerekiyordu. Sınır, Lozan’da 20. yüzyılın stratejik enerji kaynağı petrolün, üretildiği sahalara teğet bir şekilde çiziliyordu. Sınırlarımız içinde elkaza bulunan petrol alanları ise verimli olmadığı gerekçesi ile kapatılması için herşey yapılıyordu. Musul petrolleri üzerinde hak iddiasına başladığımızda, Şeyh Sait İsyanının çıkarılması da aynı iradenin tezahürüdür. 21. Yüzyılın stratejik enerji kaynağı ise nükleer enerji idi ve Türkiye’nin bu enerjiye de sahip olmaması için herşey yapılıyordu. Nükleer enerji karşıtı çevreci eylemleri destekleyen ülkelerin enerji ihtiyaçlarının yarıdan fazlasını nükleer enerjiden karşıladıklarını da ayrıca belirtmek gerekir.

Türkiye’nin süper güç olma iddiasını örseleyecek bir başka kritik alan ise tarımsal üretim kapasitesinin kontrol altında tutulmasıdır. Anadolu tohumculuğu, İsrail menşeili hibrit tohumlarla yok edilmektedir. Anadolu çiftçisinin İsrail menşeili firmaların insafına terkedilmesi ile yalnız tarımsal üretim kapasitemizi İsrail’in kontrolüne bırakmakla kalmıyoruz, aynı zamanda büyük devlet, süper devlet olma iddiamızı da kaybediyoruz.

Orta Asya Türklüğü ve İslam coğrafyasında yaptığı atılımlar ile 20. yüzyılın ilk çeyreğinde bir zorunluluk olarak kabullendiği içe kapanma stratejisini terkettiğini deklare eden kadim Türk devlet aklı;

Derhal, acilen, hemen, şimdi nükleer enerji ile tohumculuğu stratejik sektör olarak tanımlamalı ve gereğini yapmalıdır. İşe ihalesi yapılan Akkuyu Nukleer Santralinin engellenmesine yönelik tüm hamleler bertaraf ederek başlanabilir, hatta görüşmeleri başlayan ikinci santralin ihalesini de başarı ile nihayetlendirerek bu deklarasyon güçlendirilebilir. Ayrıca pancar çiftçisinin şirketi Konya Şeker’in Torku-Beta Tohum markası ile tohum sektöründeki hamleleri desteklenmelidir.

1 Mayıs 2020 Cuma

FETÖ 3 DARBENİN MAHSULU BİR TERÖR ÖRGÜTÜDÜR.

28 Şubatı unutmadık, FETÖ ile kurduğu işbirliğini unutmadık...

Eğitim-Bir-Sen Konya 2 Nolu Şube Başkanı Şenol Metin, Memleket Gazetesi’ne yaptığı açıklamada yeni dönemin faydalarını ve liyakatlı yönetimle birlikte büyümesini hızla gerçekleştireceğini söyledi. 24 Haziran seçimleriyle birlikte yeni Türkiye’nin ete kemiğe bürünerek vücut bulduğunu söyleyen Metin, ”Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemi olarak adlandırılan bu sistemin en önemli hususiyeti karar alma süreçlerindeki hızdır. İşte burada karar alıcıların Liyakatı ile karar alıcıların alandan doğru verilerle beslenmesi özel bir önem taşımaktadır. Siyaset kurumunun hususende Cumhurbaşkanımızın beraber çalışacağı bürokratik kadroların seçiminde tam bir serbestiyet içinde hareket etmesi asıldır. Siyasal kadroların beraber çalışacağı bürokratik kadroları belirlerken arayacağı nitelikler için emanet-ehliyet çerçevesi fazlası ile yeterli. Her bir kriter diğerine feda edilemeyecek kadar önemlidir. Ehliyet-Emniyet fay hattında oluşabilecek gerilim, yapılacak olası hatalar, ölümcül sonuç üretme potansiyeline sahip” dedi.



28 ŞUBATÇILARLA DİKKAT!

Siyasi kadroların kimlere çalışmasını ve kimlerle çalışmaması gerektiğine de değenine Şenol Metin, 28 Şubat sürecinde darbecilerle, vesayetçilerle birlikte hareket edenlerin, darbecilerin emir erlerinin iyi bilinmesi gerektiğini söyledi. Metin açıklamasının devamında Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı 28 Şubat sürecinde hapse gönderenleri de işaret ederek şöyle konuştu; “28 Şubat sürecinde Cumhurbaşkanımızı Pınarhisar Cezaevine gönderenler, bu kararı alkışlayanlar, artık muhtar bile olamaz manşetini atanlar ve bunun propagandasını yapanlar…

Üniversitelerde başörtülü öğrencileri turnikelere sıkıştıran, sınıftan sınavdan yalnızca başörtülü öğrenciler değil peruklu öğrencileri dahi ‘bizi aldatamazsınız!’ hakaretleri altında atanlar, Bu öğrenciler için ihraç tutanakları düzenleyenler ve düzenletenler…

Çalışma arkadaşlarını fişleyen, Darbecilere jurnalleyen ve bunu büyük bir maharetmiş gibi etrafına caka satıp jurnalcilikten güç devşirenler iyi bilinmeli”



İŞBİRLİĞİ İÇİNDELER

28 Şubatçılarına ve FETÖ örgütüyle iç içe olanlara seslenen Şenol Metin, “Cumhurbaşkanımız ile birlikte yüzlerce Müslümanı cezaevine gönderen, fişleyen, başörtülü öğrencileri turnikelere sıkıştırıp ihraç tutanakları düzenleyen, tutanak düzenlemeyen ve soruşturmalarda görev almak istemeyen Kamu görevlileri hakkında işlem başlatan ‘Ordu Göreve’ pankartının taşıyıcısı 28 Şubat taşeronları, mensubu olduğu vesayetin form değiştirmesi nedeni ile yeni bir vesayet odağına FETÖ Terör Örgütüne yamanmakta gecikmedi. FETÖ işbirlikçiliğinde zorlanmadı. Bunu hafızamız ile dalga geçercesine aymazlıkta yapmaktalar. Hatırlatalım; 28 Şubatlarda ADD, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği, Batı Çalışma Grubu ile birlikte çalıştılar.



FETÖ’nun etkin olduğu dönemde ise FETÖ Terör Örgütü mensubları ile birlikte çalıştılar. Üniversiteleri FETÖ’nün üssü haline getiren bir sürecin mimarı oldular. Onlar zamanında terfi, kadro aldılar. ‘Ben Başbakan olacam diye MHP’ye operasyon çeken Yurtta Sulh Hanımefendiyi havaalanlarında karşıladınız, yanında fotoğraf vermek için çırpındınız, bugünlerde ise Beştepe’nin yollarına düştünüz. Kendinizin ne kadar REİSÇİ olduğunu ispat etmeye çalışıyorsunuz ama nafile. 28 Şubatı unutmadık, FETÖ ile işbirliklerinizi unutmadık, Ve içinizde büyüttüğünüz İslam düşmanlığını unutmuyoruz. ‘Ordu Göreve’ pankart taşıyıcısı, 28 Şubat çetelecisi, FETÖ işbirlikçisi kadrolara Cumhurbaşkanımızın Memur-Sen Vefa Buluşmasındaki sözleri ile cevap veriyorum; 'Memur-Sen olmasaydı 28 Şubatı çok daha ağır yaşardık. Memur-Sen milli iradenin cephe hattıdır.’



28 ŞUBAT’IN YARALARI ACİLEN SARILMALI

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a seslenen Şenol Metin açıklamasını söyle sonlandırdı. “28 Subat sürecinde Sizi cezaevine gönderenlere ve bu kararı alkışlayanlara, Başörtülü öğrencilerin öğrenim hakkını engelleyenlere, tutanak tutanlara ve tutturanlara hesap sormanın zamanı gelmedi mi? Son olarak 28 Şubatın mağduru iki kesime yönelik acilen yara sarma mecburiyeti vardır. Salih Mirzabeyoğlu örneğinde yaşandığı gibi büyük kısmı ihraç edilmiş FETÖ’cü hakim ve savcılar tarafından içeri atılan, hukuk yolları tükendiği içinde hala cezaevinde bulunan bir kesim var. 28 Şubat döneminde kumpaslar ile cezaevine düşmüş Müslümanlar için yeniden yargılama yolunu açacak hukuki düzenlemeler yapılmalıdır. İkinci kesim ise 28 Şubat döneminde eğitim hakkı engellenmiş, okullarından uzaklaştırılmış mağdurlara yönelik. Yıllar sonra eğitimlerini tamamlayan bu kardeşlerimizin kamuda istihdamı için düzenlemeler yapılmalıdır. Kamu Denetçiliği Kurumu Başkanı Sayın Şeref Malkoç’un aldığı insiyatifle bu husus belli bir noktaya geldi. Bu kardeşlerimizin kamuda istihdamı, 28 Şubat Bilinci inşası açısından hayatidir. Bu husus, yeni 28 Şubatların heveslilerine karşı da etkin koruma sağlayacaktır”

Global monarşi kızgın ve çaresiz! 24 Haziran 2018 seçimlerinin cevaplaması beklenen sorularını analiz ettiğimiz bu yazıyı 24 Haziran seçimle...